Marksizme Giriş: Sosyalist Enternasyonal'den Komünist Enternasyonal'e

 Sosyalist Enternasyonal, yani İkinci Enternasyonal, anlaşıldığı üzere Birinci Enternasyonal'in sonrasında yapılan anlaşmadır. Bu anlaşmaya katılan "sosyalist" partiler savaş koşullarında kendi ülkelerinin tarafını tutmayacağına, yani milliyetçi tavırlar takınmayacağına yemin etmişlerdir.

 Fakat bu yemin tutulmadı. Zira bazı sosyal demokrat partiler, kendi içindeki sağ oluşumları domine edemedi. Bu partilerin "pasif sosyalistlerinden" birisi de Kautsky'dir. Kautsky, partisinin içinde yeşermekte olan "evrimsel sosyalizm" fikrinin sağ bir fraksiyon ve hatta safsata olduğunu fark edememiştir.

 Sonuç olarak parti, Almanya tarafını tutmuş ve sözünde durmamıştır. İşte bu sebepledir ki Üçüncü Enternasyonal olan Komünist Enternasyonal vuku bulmuştur. Bu toplantı, aslında Sosyalist Enternasyonal'in devamı niteliğindedir. Fakat bu toplantının mihenk taşı, ikincisinde başarılamamış olan "savaşa karşı durmak" fikridir.

 Bu konuda eleştirel tutum takınanlar aslında sağ ve kapitalist propagandaların esiri olmuşlardır. Örneğin, kabul edilmelidir ki, Sovyetler de savaşmıştır. Fakat kaçırılan nokta şu ki, Sovyetler "savaş yanlısı" değildi. İşte bu çizgiyi çizen maddeye biz "self-determinasyon" diyoruz. Yani ezilen milletlerin ve işçilerin verdiği mücadele bir mecburiyet ifade eder. Emperyalist amaçlarla toprak fethetmeyi değil, devrimi başka milletlere aşılayarak diğer milletlerin devrimci bloğa katılmasını arzulamaktadırlar.

 Bu itirazlar sadece sağ cepheden değil, "demokratik sosyalizm" cephesinden de gelmektedir. Kautsky gibi demokratik sosyalistler, İkinci Enternasyonal'daki başarısızlığı hazmedememişlerdir. Yani kendi partilerinde yükselen sağcıları, işçi düşmanlarını ez(e)memelerini kendi başarısızlığı olarak kabul etmeyerek suçu tamamiyle sağcılara atarlar.

 İşte bu yüzden komünizm nidalarıyla yapılan savaşlar tamamiyle meşru müdafaa olarak okunur. Öyle de olmalıdır. Demokratik sosyalistlerin oluşturduğu ortamın işçi partilerine ve sendikalarına kötü manada sirayet edeceği, doğrudan faşizme önayak olacağı aşikârdı. Yani demokratik sosyalistler eğer ki bu faşizan mentaliteye sahip değillerse bile bu, onların oldukça cahil olduğuna delalet eder. Bu cehalet, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'ni sol içinde meşru görmeye kadar ilerleyebilirdi. Yani kendi fikirlerini, demokrasiyi feshetmeyi birinci elden gerçekleştireceklerdi.

 Komünist Enternasyonal'in tek ele aldığı konu bu da değildi. Burjuva demokrasisi kesin olarak reddedildi ve devrimci cephe bunun tam karşısında kuruldu. Çünkü bu demokrasi halkı, işçileri, köylüleri değil; zengin burjuvazi politikacılarını başa getiriyor ve "halkı iktidar ediyoruz" safsatasına inandırmayı amaçlıyordu. Bu sebepledir ki burjuva demokrasisi benimsenmemiş, proleterya diktatörlüğü fikri komünistler tarafından tekrar benimsenerek ihya edilmiştir. 

 Proleterya diktatörlüğü azınlığın (burjuva) çoğunluğu (proleterya) ezmesini istememekle beraber, istedikleri şeyi çoğunluğun azınlığı ezmesi olarak da ifade etmiyordu. Bu konu "%1'in iktidarı değil, %99'un iktidarı!" şeklinde sloganlaştırıldıysa da bu doğru değildir. Zira komünizm, sosyalizmin nihai bir sonucu olarak şunu arzulamaktadır: %100'ün iktidarı, sınıfsız toplum.

 Fakat bunu faşistler gibi sınıfları ve sınıf çatışmasını reddederek yapmazlar. Komünistler bunu, sınıf çatışmasını, bilimsel bir gerçeklik olarak kabul edip çözüm üretmeye çalışmışlardır. İşte bu çözüm, sosyalist bir devlette, devlet kapitalizmini uygulamak olarak ifade edilmiştir. Temel olarak devlet, müdahalelerle eşitsizlikleri ortadan kaldıracak ve düzeni sağlayacaktı. 

 Kapitalistlerin "piyasayı serbest bırakırsak eşitsizlik kalkar" safsatası bilimsel bir temele oturtulamamıştır. Nitekim oturtulamaz da. Rudolf Hilferding'in deyimiyle sistemin "finans-kapitalleşmesi" müdahaleciliğin (bkz. Keynes) önünü açmıştır. Yani devletin piyasaya müdahil olmasının gereği komünistlerce yalnızca bilimsel bir gerceklik olarak göz önüne serilmemiş, aynı zamanda o dönemin bilime dayanan tek ekonomik paradigması olmuştur.

Marksizme Giriş: Patronların ve Direktörlerin Emeğe Yabancılaşması

 Arz-talebe göre fiyat belirlemek, ücret ayarlamak gibi mevzular yeterince "materyalist" olmadığı için belirsizliğe mahkûmdur. Bu belirsizlik haliyle "bilimsellik" gibi sıfatlardan da mahrum olmak manasına gelmektedir.

 İşçi ve patron arasındaki maaş farkının saçmalığı yalnız işçiyi değil, patronu da paranoyaklaştırır. Genel olarak bütün hayat kalitesi zenginlik dolayısıyla artmış olabilir. Zira patronun aldığı ücret, ürettiği mal veya hizmetlerin değerinden, tabi varsa, oldukça yüksektir. Oysaki bu çelişki yalnızca vicdani ve kapitalist bir sorun olmaktan da ötedir. Aynı zamanda kötü bir psikolojik koşullanma içerir.

 Burjuva aslında günümüz manasıyla bir komutan görevi görür. Bizzat savaşmaz, cephe arkasından erlere savaş der. Çünkü kendi canı oldukça değerlidir. İşte patron mentalitesi de bu yeni nesil komutan prototipine benzer. Asıl işi yapmaz ama en kârlı o çıkar. Bunu "doğal" bir şeymiş gibi sunarak meşruiyet arar.

 Bu patron eğer ki "sadece" işverense, yani işyerinin sahibiyse, ne bir mal ne de bir hizmet üretmiş demektir. Aldığı maaş tamamen işçinin sömürülen emeğine ve zamanına dayanır. Halbuki bu patron, bu paranın kendisi tarafından emek verilerek ve zaman harcanarak kazanıldığı konusunda oldukça emindir. Kendisi bunun için zaman ve emek verdiğini düşünmesine rağmen "realite" kendisini amiyane tabirle toprak ağası olarak niteler.

 Bu toprak,  kamusal olması gerektiği halde kapitalist düzenin içinde "özel mülk" olarak kabul gördüğünden dolayı "herkes" bu aracı kullanmaktan acizdir. Yani birileri çalışmak için bu özel mülk sahibiyle anlaşmalıdır. Bunun için de kendi emeğini ve zamanını patronlara satar. İşte patron, realitenin sunduğu şekilde, bir tür "paraziti" sembolize etmektedir. Patron işçilerin emeğini ve zamanını sömürerek yaşar. Hatta patronun ürettiği mal veya hizmeti, halbuki böyle bir şey yoktur, anlamlandırabilmemiz için bir emek ve zaman söz konusu olmadığından dolayı bu imkânsızdır.

 Bir de patronların "küçük (petty) burjuva" hali vardır. Örneğin direktör, küçük burjuvayı sembolize eder. Patron ev sahibi, işçi kiracı ise direktör burada emlakçı görevi görmektedir. Yani aracılık yapar ve aracı olarak "komisyon" alır. Bu direktörün işi, işçilere ne yapılması gerektiğini söylemektir. Kabul edilmelidir ki direktör, işveren gibi hiçbir şey yapmadan kazan(a)maz. Yani bir üretim vardır. Bu üretime ise "hizmet" diyoruz.

 Hizmet üretmek, meta üretmeye göre oldukça idealdir. Yani verilen emek "tam olarak şudur" şeklinde açıklanamaz. Sosyalist bir devlette bunu memuriyet ile sağlarız. Fakat bu bile devletin aldığı tüm vergilerin yüzdelik olarak belirli bir kısmının paylaşılmasından ibaret olduğundan dolayı tam olarak "emek-zaman" ile ilişkili değildir. Bunu sorunu daha açıkça ifade etmem gerekirse memur maaşlarının kıdeme göre değişmesi ama emeğe göre değişmemesi günümüzde bu durumun açıklar niteliktedir.

 Haliyle direktör, kapitalizmin gayri-bilimselliği içerisinde kendi emeğini anlamlandıramaz. Zira yaptığı şey ana iş yani meta üretimi değil, meta üretimini koordine etmesinden ibaret olduğu için aldığı maaşın daha yüksek olması çelişkilidir. Cephe arkasından erlere savaş demek, bizzat savaşmaktan daha zor olmadığından bu durum anlaşılmaz bir durum yaratır.

 Bu durum direktörü "cephe arkasından erlere savaş demek, bizzat savaşmaktan daha zor" mentalitesine iter. Yani yaptığı iş, ana işten daha kolay olmasına rağmen psikolojik olarak kendisini bir işçiden daha fazla yıpratır. Şöyle ki, işçi zaten gerçek manada "fiziken" yıpranmıştır. Direktörse kendi işini daha zor ve önemli zannettiğinden dolayı kendisini bir işçiden psikolojik olarak daha fazla yıpranmış hisseder.

 Aynı durum işveren patron için de geçerlidir. Sabah haberlerini izlemek ve sosyete içinde takılmak patronu psikolojik olarak işçinin fiziki olarak yorulmuşluğundan daha fazla yorar. Çünkü yaptığı iş kendisine göre olmazsa olmazdır. Yani sabahtan akşama kadar meta üretimi yapan işçiden bile daha fazla yorulmuş hissetmesi zaman içinde pek doğal bir hale evrilmiştir.